Aşkın Kehaneti ve Nörobiyolojisi
Ve doğa insanı yarattı… Niçin? Yaratıcısını yok edebilmesi için mi? Kendisini yok edebilmesi için mi? Yoksa aşık olabilmesi için mi?
Aşk nedir? İnsanlık tarihinin varoluşundan bu yana farklı dillerde, farklı kültürlerde defalarca sorulmuş olan bir soruyu tekrar soruyorum. Aşk bir canlıya mı ait? Bir cinsiyete mi? Yoksa bir ruha mı?
Felsefe biliminin aşka bakış açısının tarihçesi çok eskilere dayanır fakat nörobilimin aşka bakış açısı henüz çok yeni. Aşk doğanın bir kanunu mu yoksa kontrol edebileceğimiz bir güç mü yoksa bir zayıflığımız mı? Nedeni ne olursa olsun sonuç yıllardır değişmedi ve insan her daim aşkı tattı.
İnsan henüz bir embriyo yani rahimde sperm ile döllenmiş bir yumurta iken henüz bir cinsiyete kavuşmamıştır. Erkekten gelen X kromozomu varlığında cinsiyet ‘kadın’, yine erkekten gelen Y kromozomu varlığında ise cinsiyet ‘erkek’ olarak gelişecektir. Peki nedir bu kromozomların farklılıkları? Y kromozomunda -isimlere takılmayın- ‘Antimullerian’ hormon ve ‘Wolffian’ oluşum adı verilen sistemler X kromozomundaki kadın cinsiyet gelişimini sağlayan hormonları baskılayarak cinsiyeti erkek yönünde geliştirmektedirler. Gördüğünüz üzere erkek zulmü ve baskısı daha anne karnında iken başlamaktadır. Fakat sizlere daha farklı bir bakış açısı sunacak olursam ‘Doğa ise kadını yaratmaya meyillidir’…
Artık insan oluştuğuna göre aşkın başlatma düğmesine basabiliriz. Bebek doğar ve daha doğar doğmaz annesine aşık olur. Biraz büyür babasına aşık olur. Biraz zaman geçer okul arkadaşına aşık olur. Giderek büyür hayatının aşkını bulduğunu düşünür ve bu noktada aşk hayatının sonlandığına inanır. Her ne kadar içeriği ve türü değişse de aşkın, yaşamın her evresinde başımıza gelen bu durumun sonlanması için neden bir gerekçemiz olsun ki? Aşk biz ‘bitti artık’ dediğimizde bitebilen bir durum mu? Madem bitebilen bir durum o zaman neden bunu kontrol edemiyoruz? Bu soruların cevapları aşkın yaşamımız boyunca hep arka cebimizde hazır bulunduğunu gösteriyor. Bu durumda insanın hayatının aşkını bulmuş olması koca bir yalandan, belki de bir ilüzyondan ibaret olabilir.
Şimdi aşka ve bize yaşattıklarına biyolojik ve nörobiyolojik açıdan bir bakalım.
İlk görüşte aşk mı yoksa tanıdıkça zaman içinde oluşan bir aşk mı? Aslında nörobiyolojik açıdan baktığımızda durum ilk görüşte aşk lehine görünmektedir. Yıllardır tariflenen ‘onu gördüğüm anda kalbim hızla atmaya başladı, nefesim kesildi, ellerim terledi, beynimde karıncalanma oldu, midemde kelebekler uçuşmaya başladı, yerimde duramıyor gibi hissettim’ durumu aslında sempatik sistemin harekete geçmesidir. Nedir bu sempatik sistem? İnsan sinir sisteminde otomatik olarak kontrolümüz dışında gerçekleşen 2 tür mekanizma vardır. Bunlar sempatik ve parasempatik sistem adı verilen mekanizmalardır. Parasempatik sistem dinlenme halimizde ve yemek yediğimizde çalışmaya başlayan ve bize sakinliği, huzuru getiren sistemdir. Sempatik sistem ise tehlike durumlarında, heyecan durumlarında ve bizde gerginlik yaratabilecek her tür durumda aktifleşen sistemimizdir. Örneğin; ormanda bir ayı ile karşılaştığımızda bedenimiz aşırı stres durumuna girer ve oradan kaçabilmek için sinir sistemimiz bedenimizi hazır hale getirmeye başlar. İşte bu durumda sempatik sistem harekete geçerek kaçmak için kullanacağımız kaslara daha fazla kan pompalayabilmek için kalbi hızlandırmaya başlar, kaslara giden kan miktarını artırabilmek için beyne ve sindirim sitemine giden kan akımını azaltarak bu akımı kaslara yönlendirir. Daha hızlı ve uzun süre koşabilmek adına akciğer hacmini küçültür ki daha hızlı şekilde soluk alıp verilebilsin. Tüm bu hazırlıklar sonucunda ayıdan kaçabilmek için gerekli bütün özelliklere sahip hale gelmiş oluruz. Bu durum bir nevi dönüşüm, değişim süreci gibidir. Tıpkı ‘Transformers’ filmindeki gibi değişim geçiririz.
Şimdi aşk durumunda yaşanan belirtilere bakalım. Aşık olduğumuz kişiyi gördük. Sempatik sistemimiz aktif hale geldi. Kalp atışları hızlandı. Beyne giden kan akımı azaldı ve beynimiz karıncalanmaya başladı. Sindirim sistemimize giden kan akımı azaldığından beyindeki karıncalanma gibi midemizde kelebekler uçuşmaya başladı. Akciğer hacmi küçüldüğünden daha hızlı soluk alıp vermeye başladık ve nefesimiz kesilir gibi hissettik. Kan akımının büyük oranda kol ve bacak kaslarına yönelmesi sonucunda yerimizde duramama hissi yaşamaya başladık. Aşık olma durumuna ne kadar da benziyor değil mi? Bu açıdan baktığımızda bir ayı ile karşılaşmak ve aşık olduğumuz kişi ile karşılaşmak arasında çok benzer bir durum söz konusu. O zaman biz bu ayıya da aşık olmuş olabiliriz. Belki de aşk bittikten sonra eskiden aşık olduğumuz kişiye kızdığımızda ayı dememizin nedeni bu olabilir.
Bazı duygular birbirine çok benzerler. Aşk durumunda hissettiğimiz duygular bazen korkuya hatta nefrete çok benzeyebilir. Buna neden olan beyinde ‘Amigdala’ adını verdiğimiz, özellikle korku duygusu ortaya çıkaran ve karşımızdaki kişinin mimiklerinden nasıl bir ruh hali içerisinde olduğumuzu anlamamızı sağlayan bir yapıdır. İyi bir empati yeteneği amigdala yapısının gelişmişliği ile ilişkili olabilir. O halde aşık olduğumuzda yaşadığımız duyguların yoğunluğu yine amigdala yapısının gelişmişliği ile ilgili olabilir. Bu durum da neden herkesin aynı aşk derecesine sahip olmadığını açıklayabilir.
Peki aşk durumu sadece sempatik sinir sistemi ile mi ilgili? Hayır. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar bize koku duyusunun yani hayvanlarda feromon etkisi adını verdiğimiz durumun insanlarda da geçerli olduğunu kanıtladı. Biz insanlar aslında bilinçdışı bir düzeyde karşımızdaki insanın kokusunu alabiliyoruz. Bu koku ile de kendi sistemimizi eşleştirerek o kişiden hoşlanıp hoşlanmayacağımıza karar verebiliyoruz. Aslında ten uyumu adını verdiğimiz durum işte bu feromon sistemi ile yönetilen bir süreçtir. Yapılan insan deneylerinde kişilerin aşık olduğu insanların kokularının sindiği kıyafetler kişilere koklatıldığında -ki kime ait olduğunu bilmedikleri kıyafetlerdir bunlar- aşk belirtilerinin ortaya çıktığını göstermiştir. İlginç bir araştırma değil mi?
Bir başka sistem ise beyinde bulunan ‘fusiform gyrus’ adı verilen insanların yüzleri tanıma işlevini sağlayan bölge üzerinden yürümektedir. Bu bölge şimdiye kadar yaşamımızda karşılaştığımız tüm yüzleri depolar. Karşılaştığımız her insanda da depolanmış bu yüzleri kıyaslar. Kıyaslama sonucunda bu beyin bölgesi bazen hayatımızda ilk kez karşılaştığımız birini farkında olmadan bilindışı bir düzeyde eskiden sevdiğimiz birine -hala da seviyor olabiliriz- benzettiğinden dolayı hemen bu kişiye kanımız ısınabilir. Tam tersi bir durumda geçerlidir. Yani sevmediğimiz birine benzeyen bir kişi ile karşılaştığımızda hiç tanımadığımız halde o kişiye ısınamayabiliriz hatta bilmediğimiz bir nedenden ötürü o kişiden hoşlanmadığımızı dile getirebiliriz.
Elbette bütün bu sistemlere dahil olan başka durumlarda vardır. Örneğin; başka insanların düşüncelerinden etkilenebiliriz dahası kendi bildiklerimize çılgınca inanarak bildiklerimizin gerçeğe dönüşmesini izleyebiliriz. Bizler nöropsikoloji dünyasında bu duruma ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ adını veriyoruz. Kısaca bir duruma, bir duyguya, bir hisse ne kadar inanırsak o durumu kendimiz için gerçekleştirme ihtimalimiz artar. Hani büyüklerimizin dediği gibi ‘bir şeyi kırk kere söylersen olur’…
İşte kısaca bahsettiğim bu nörobiyolojik sistemlerin etkisi ile aşk durumunu açıklayabiliriz. Peki hiç mi mekanik olmayan bir sistem yok, hiç mi ruh kavramından bahsedemeyiz? diye sorar gibi olduğunuzu duyabiliyorum. Ya ruh dediğimiz kavram gelişmiş bir mekanik sistem ise? Ya da 1 ve 0 lardan oluşan milyonlarca yazılım programının bir araya gelmiş hali ise? Bir yapay zekaya yani bir makineye yaşamdaki tüm olasılıkların ve bu olasılıkları sonucunda oluşabilecek duygu ihtimallerinin ve bu ihtimal sonuçlarının doğuracağı davranış alternatiflerinin tüm girdilerinin yerleştirilebileceği bir program yazılabilme ihtimali olsaydı bu makinenin insandan ne farkı olurdu? İşte teknolojinin ve geleceğin bizi götüreceği nokta bu olabilir. İzlediğimiz bilimkurgu filmlerinin çok daha ötesine giden bir gelecek bizleri bekliyor olabilir. Bunları görmeye bu yazıyı yazan ben ve okuyan sizlerin ömrü yeter mi bilemem ama yazı burada dursun, gelecekte bunlar olduğunda demediğimi söylemezsiniz. Belki de yüzyıllar sonra bu yazı bulunduğunda bana Nostradamus muamelesi bile yaparlar. Yazımın adına henüz karar vermemiştim fakat son cümleyi yazdıktan sonra ne olacağına karar verdim; ‘Aşkın Kehaneti’…
Onur Okan Demirci