İçimizdeki Deprem – Deprem Psikoloji
Deprem kuşağında yer alan bir ülke olduğumuzu biz ve bizden önceki nesiller çoktan biliyordu. Bizden çok uzaklarda olan deprem haberleri ile büyümedik. Kendi içimizdeki deprem olasılıkları ile yetiştik, yetiştirildik. Aslında hepimizin içine yerleştirilmiş bir korku vardı dünyaya ilk adımlarımızı attığımızdan bu yana. Kimilerimiz deprem öyküleri ile büyüdü, kimimiz depremi yaşayarak, kimimiz de deprem korkusu olan ebeveynlerimizin kaygılarına şahit olarak. Deprem bizler için her zaman tehlikeydi. Tehlikeli bir sözcüktü. Belki de o kadar çok duyduk ki doğallaştırdık. Depreme doğal afet diyoruz ya, işte bu tür afetlerin olması doğal anlamına gelmiyor, doğa tarafından gerçekleşen anlamına geliyor. Belli ki yanlış algılarımızın sonucunda doğal olarak başımıza geleceğini sandığımız bir şeye önlem almanın gereğini görmedik.
İnsanın varoluşunun en temel ihtiyacıdır güvende hissetmek. Yaşamın devamı için şarttır güvenlik. Bir bebek için onu hayatta tutan anne memesidir güven hissi. Bir çocuk için onu her tehlikeden koruyacağını düşündüğü ailesidir güven. Bir yetişkin için kurduğu yuvadır, yuvasını her türlü tehlikeden korumak için yerleştiği evdir güven. Güvende hissetme ihtiyacı peşi sıra gelecek olan diğer ihtiyaçların temelidir. Güvende hissetmeliyiz ki gerçek sevgi bağları kurabilelim. Güven olmalı ki ilişkilerimiz sağlıklı olarak yürütülebilsin. Güvende olmalıdır ki insan kaygısızca hayallerinin peşinden koşabilsin. Kurduğu yuvayı temsil eden evinde güvende hissedemiyorsa insan sahip oldukları için şükretme rahatlığına ulaşamadan sahip olduklarını kaybetme korkusuyla kendi kabusunu yaşayacaktır. Güvensiz bir dünya, kolonsuz bir bina kadar tehlikelidir.
Maalesef her şeyi bilmemize rağmen bir deprem yıkımıyla daha karşı karşıya kaldık. Yaşamlarını yitirenler, yitip gidenlerin ardında kalan sevenler ve sevilenler, en güvenli yer olması gereken yuvalarını kaybedenler, uzaktan olanlara şahit olanlar, yardıma koşarak karşılaştıkları acılara göğüs germeye çalışanlar, bir şeyler yapmalıyım diyerek uzaktan da olsa canı gönülden çabalayanlar… Depremin ardında bıraktığı tablo bu… Deprem yalnızca deprem bölgelerinde etkiler bırakmıyor, toplumsal bir yıkım halini de alıyor.
Depremin ardından hayatlarına devam etmek durumunda kalan insanlar için psikolojik bir mücadele başlıyor. İlk zamanlar insanları kurtarmanın çabası içinde geçen mücadele, yerini kalanlar için barınma, beslenme ve ekonomik geçim kaygısına bırakıyor. Depremin şiddeti sadece 2 dakika sürmüyor. Belki de yıllarca sürecek şiddette izler bırakıyor bizlerde. Kaybettiklerimiz için üzgünüz, kurtarılamayanlar için suçluyuz, yardım için muhtacız, yıkım için öfkeliyiz, elimizden gelemeyenler için çaresiziz. Bu duyguları yaşamak bizi insan yapıyor. İnsan hatalardan öğrenen bir canlıdır. İnsan düşünen bir hayvandır diyen Aristo, düşüncenin öğrenmenin temeline işaret ettiğini kasteder. Yaptığımız hatalar bizi düşündürdüğünde öğrenmeye başlarız. Öğrendikçe aynı hataları tekrarlamaz yeni hatalara yer açarız. Eksiklerimizi hatalardan öğrenerek gideririz. Eğer ki kabullenemiyorsak hatalarımızı ne eksiklik hissi kalır, ne de bu hissin neticesinde tamamlanma arzusu. Kabullenemiyorsak kaybettiğimizi göremeyiz kaybedenleri ve kaybedilenleri. İnsan hata yapar, hatalarının sonucunda sorumluluğu kabul eder. Kayıplarımız için yas tutmak, yasımızı yaşamak, veda edebilmek, acılarımızdan öğrenebilmek, öğrendiklerimizle daha güvenli bir yaşam sürdürebilmek, gelecek nesillere güvenli daha sağlam temeller miras bırakabilmek… İşte bu kadar. İnsan olabilmek için yapmamız gerekenler bu kadar.
Depremi yaşamamış fakat uzaktan şahit olanlar için deprem kaygısı her insanın zihninde farklı şekillerde canlanabilir. Kimileri için sevdiklerini kaybetmek anlamına gelir, kimileri için kendi yaşamını yitirme korkusu, kimileri için enkazda sıkışmış olma hissinin tetiklediği kaygılar, kimileri için kimsenin yardıma gelemeyeceği endişesiyle kurtarılmayı beklemek, kimileri için yeterince şey yapamamış olduğunu hissetmenin verdiği suçluluk… Deprem sadece bunu yaşayanların psikolojilerini bozmadı, ülkemizdeki herkesi etkiledi. Fiziksel deprem fay hatlarının geçtiği yerler belli, psikolojik fay hatları ise hepimizin içinden geçiyor.
Bu felaketin ardından neler yapmalıyız diye sıralamayacağım. Felaket öncesinde neler yapılabilirdi konusuna hiç girmeyeceğim. Bunları zaten bildiğimizi biliyoruz. Hatta bildiğimizden o kadar eminiz ki bildiğimizi yapıyoruz. Haliyle, bildiğimize bu kadar inanmışken kaybeden insanlar için neler yapılmaması gerektiğini düşünemiyoruz. Çünkü hepimiz bir şeyler yapmak veya söylemek zorunda olduğumuzu hissediyoruz. Belki de en başta yapmamamız gereken bir şey söylemek zorunda olduğumuzu hissederek söylemeye çalışmak. Ölüm gibi, bizim için anlamı olan her şeyin yitip gitmesi gibi yaşam olayları bizlerde yas süreci denilen psikolojik bir mücadeleyi başlatır. Bu mücadeleyi sağlıklı yürütebilmenin yolu ise yası yaşamaya izin vermektir. Yas süreci her insanda farklı duygular ve hisler uyandırabilir. Üzüntü, sıkışma, suçluluk, çaresizlik, yetersizlik, değersizlik, kaygı, öfke gibi. Yasın sağlıklı yaşanabilmesi için bu duyguların ve hislerin akışının olması gerekir. Yani bu duyguların yaşanmasına izin vermek. Buna izin verebilmek için yargılamamalıyız, eleştirmemeliyiz, engellemeye çalışmamalıyız. Sadece akışa izin vermeliyiz. Ancak bu sayede veda edebilir ve yaslarımızı tamamlayabiliriz. Tamamladığımız yaslarla birlikte kaybettiklerimizden öğrenebiliriz. Ancak yaslarımızdan öğrendiklerimizle daha güvenli bir yaşam inşa edebiliriz. Yardım etmek zorunda değilsiniz, anlamak zorunda değilsiniz, hak vermek zorunda da değilsiniz, fakat kaybettiğimizi bilmek zorundasınız ki yaslarımızı yaşamaya başlayabilelim.
Psikiyatrist/Psikoterapist
Onur Okan Demirci